Ne oluyor!
Sepet
Gezi
=> Polonya
=> Paris
=> Amsterdam
=> El-Cem
=> Budapeşte
Teksas Tommiks
Sinema
Kitap
Galeri
Haberin olsun

Varşova Krakov hattı

 

Tarihi ve turistik değeri Türkiye’de yeni yeni keşfedilmeye başlanan Polonya, Avrupa’nın tarihsel olarak en önemli kentlerinden ikisine sahip: Varşova ve Krakow.

                                                                              Yazı: Haluk Kalafat

Polonya’da bir ülkeyi asgari düzeyde tanıdığımı sanıp, aslında ne kadar yanıldığımı anladım. Bu yeterince utanç vericiydi. Polonyalılar’ın Türkiye’yi ne kadar yakından tanıdığını gördüğümde ise yerin dibine geçtim. Gezimin ikinci gününde her beş Polonyalı’dan ikisinin “Modern Türkiye’nin kurucusu kimdir” sorusuna düzgün bir telaffuzla “Mustafa Kemal Atatürk” yanıtını vereceğine iddiaya girebilecek kıvama geldim. Doğru telaffuz ayrıntısının altını çizmek isterim, çünkü ben Lehçe telaffuzu konusunda kesinlikle sınıfta kaldım. Üç gün boyunca yoğun biçimde öğrenmeye çalışmama rağmen Türkiye’ye beraberimde getirdiğim tek Polonyaca kelime “Tak”; yani “evet”. Merhaba ve hayır için biraz düşünmem gerekiyor; “witać” merhaba, “nie” ise hayır demek, ama telaffuzlarından emin olamıyorum. Üç günde teşekkür edebilecek hale gelmem gerekiyordu, ama “dziekujemy” kelimesinin telaffuzunda bir türlü başarı gösteremiyorum. Neyse ki özrüm hazır; Lehce olarak da adlandırdığımız Polonyaca dünyadaki en zor diller arasında gösteriliyor. 
Konunun uzmanından öğrendiğim için gönül rahatlığıyla yazıyorum. Polonya gezimizde bize dört dörtlük bir rehberlik yapan Kerem Akan, Lehçe’yi en zor diller listesinde üçüncü sıraya koyuyor. Akan İstanbul Üniversitesi Leh Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı’nın kurucusu. Türkiye’deki şartlar istifa etmesine ve Polonya’ya yerleşmesine neden olmuş. Onunla konuşan Polonyalılar, yabancı olduğunu anlayamıyor.

Polonya’nın tarihine, diline ve kültürüne vakıf bir rehberle gezmenin rahatlığı içinde Varşova’dan Krakov’a ve çevre şehirlere yaptığımız gezi, Türk olduğumuzu öğrendiğinde gözleri parlayan, gördüğüm en cana yakın insanlarla sohbet etmeye uğraşmakla geçti. Ama nafile; yılda 14 milyon turist ağırlayan ülkede İngilizce konuşan insan azlığı hayret edilecek boyutta.

HEYKELLERDEKİ ÇİÇEKLER

Oysa eğitim sistemi göz yaşartacak kadar iyi. Sokaktaki insanın Atatürk’ü tanımasının sırrını, dört bir yanda öğretmenlerini büyük bir ciddiyetle izleyen öğrenci gruplarını görünce çözdüm. Tarih dersleri açıkhavada konuyla ilgili mekânlarda yapılıyor; önemli bir konuysa başka bir kente bile gidiyorlar. Zaten kendi tarihlerine çok duyarlılar. Her anıtın, heykelin yanıbaşında mutlaka en az bir tane taze çiçek bulunduruyorlar. Tam dört kez dünya sahnesinden silinip yeniden ayağa kalkan bir ülkede yaşayan insanlardan başka bir şey beklenemez tabii. O zamanki adıyla Lehistan 18’inci yüzyılda üç kez Prusya (bugünkü Almanya), Rusya ve Avusturya tarafından pay edilmiş. Bunların sonuncusunda, yani 1795 yılında Avrupa haritasından siyasi olarak silinmiş. Biri hariç diğer ülkeler tarafından siyasi bir varlık olarak tanınmamış Lehistan. Onu tanıyan tek ülke ise Osmanlı İmparatorluğu’ydu. İstanbul’daki Polonezköy Osmanlı’nın Lehistan ile yürüttüğü iyi ilişkilerin bir kanıtı. Polonyalılar’ın Adampol adını verdikleri Polonezköy, I. Abdülmecid’in oluruyla 1842’de resmen kurulmuş bir tarım kolonisi. Kurulduğu günden itibaren Lehistan’ın bağımsızlığı için mücadele eden Leh vatanseverlerin barındığı bir sığınak olmuştu. I. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığına kavuşan Polonya, Rus işgali altındayken Polonyalılar’a vize uygulamayan tek Avrupa ülkesi Türkiye’ydi. Bugün Avrupa Birliği üyesi olan Polonya Türkiye’nin birliğe girmesine koşulsuz destek veriyor. Polonya turizm açısından yeni tanınan ülkeler arasında. Özellikle Türkiye için yeni bir mecra. Polonya’ya yapılan turlarda genellikle Varşova ve Krakov geziliyor. Varşova yeni, Krakov ise eski başkent. Nazi işgalinde Varşova neredeyse tamamen yıkılmış, Krakov’un ise tabiri caizse kılına zarar gelmemiş.   

KÜLLERİNDEN DOĞAN KENT

Nazi Almanya’sının Polonya’ya ve Polonyalılar’a karşı duyduğu tarif edilemez kin ve zulüm Varşova’da açık seçik görülüyor. Varşova’nın Eski Kent meydanında bazı kapı kirişlerinde, zamanla oluşmuş gibi duran delikler aslında kurşun ve şarapnel parçalarının açtığı izler. Küçücük bir kapı kirişindeki kurşun izlerini saymak için 4-5 dakika ayırmanız gerekebiliyor. Yoğun ateş altında kalan Stare Miasto’nun yani Eski Kent’in yüzde 85’i yerle bir olmuş. Uçakların yıkamadığı binaları ise tanklarla yıkmış Naziler. St. John’s Katedrali’nin hikâyesi buna bir örnek. Bu katedral Polonya’nın en eski kilisesi olduğu için 1939 yılındaki bombardımanda ana hedefmiş. Aldığı tüm darbelere karşın binanın bir bölümü ayakta kalmış. Almanlar St. John’s Katedrali’ni yıkmak için Goliath adlı bir tankı görevlendirmiş. Goliath mürettebatı katedrali yıkarken, üç Polonyalı vatansever tanka saldırıp içine girmişler. Naziler tarafından öldürülene kadar Goliath’ı ellerinde taşlarla parçalamışlar. Bugün olayın yaşandığı yerde Goliath’ın paletinden bir parça St. John’s Katedrali’nin duvarına gömülü. Ve tabii altında taze çiçekler var. Katedral ise eskisi kadar heybetli bir şekilde yükseliyor. Çünkü II. Dünya Savaşı sonrası Polonya halkı yıkılan tüm binaları eski planlarına uygun bir biçimde yeniden inşa etmiş; binaların parçalarını bulduklarında onları kullanmışlar, bulamadıklarında başka malzemeleri. Bu kesinlikle bir restorasyon çalışması değil, boyun eğmeyen onurlu bir halkın zulme karşı direnişi.   

WARS İLE SAWA’NIN AŞKI

Varşova tıpkı Budapeşte gibi iki kentin birleşmesinden oluşuyor. Buda ve Peşte kentlerini Tuna Nehri ayırıyor. Wars ile Sawa’yı ise Vistül. Kentin kuruluş efsanesi bir Romeo-Juliet klasiği. Birbirini seven Wars ile Sawa’nın aileleri düşmandır; biraraya gelemeyeceklerini anlayınca kendilerini Vistül’ün sularına atarlar. Nehrin iki yakasındaki kentler, Wars ile Sawa’yı sonsuza kadar birleştirsin diye onların adını alır. Ancak bu sonsuza kadar sürmemiş, Prag Baharı sırasında, Varşova halkı ayaklanmayı desteklediklerini ifade etmek için iki sevgiliyi birbirinden ayırmış, Sawa’ya Praga demeye başlamış. Kentin tarihi merkezinin bulunduğu tarafın adı Wars, diğer yaka ise 1968’e kadar Sawa. Tarihlerini ve kültürlerini koruma konusunda son derece titiz olan halkın bu davranışı çok ilginç. Çünkü Varşova’da kendi tarihleriyle ilgili hiçbir şeye zarar vermiyorlar. Örneğin eski kenti çevreleyen surlar büyük oranda ayakta, sanırım tüm Avrupa’da bir İstanbul’da bir de Varşova ve Krakov’da Ortaçağın savunma duvarları, kentlerin modernleşmesine karşın büyük oranda ayakta kalabilmiş. Varşova surlarının giriş kapısı Barbakan (Barbican), Kraliyet Sarayı, Lazienki Parkı ve bu parkın içindeki Suüstü Krallar Sarayı, Büyük Tiyatro Binası ve tabii Varşova’nın simgelerinden biri olan Bilim Kültür Sarayı görülmesi gereken yerler. Bilim Kültür Sarayı kentin Manhattan’a benzetilen gökdelenler bölgesinde bulunuyor. Stalin tarafından Varşova kentine armağan olarak yapılmış. Stalin iktidara geldiğinde Varşova’ya Moskova’daki gibi bir metro mu, yoksa bir bilim kültür sarayı mı istediklerini sormuş. Metro yanıtı almasına karşın bir anıt gibi Bilim Kültür Sarayı’nı Varşova’nın göbeğine dikmiş. Polonyalılar bu binayı kandırıldıkları gerekçesiyle pek sevmiyorlar. Hatta espriyle karışık Varşova’nın en iyi manzarasının Bilim Kültür Sarayı’nın tepesinden görüldüğünü söylüyorlar, çünkü bu bina sadece orada manzaraya girmiyormuş.   

EJDERHADAN ALINAN KENT

UNESCO Varşova’nın Eski Kenti, UNESCO’nun kültür mirası olarak seçtiği kentlerden biri ve koruma altında.Vistül Nehri’ni güneye doğru takip ettiğinizde ulaşacağınız Krakov ise tarafından tümüyle koruma altına alınmış. Çünkü Naziler Krakov’a tek bir bomba bile atmamışlar. Bunun nedeni, Polonya’ya genel vali olarak atanan Hitler’in sağ kolu Hans Frank’ın karargah olarak Krakov’u seçmesi. Frank’ın Varşova yerine merkezini Krakov olarak seçmesi anlaşılır bir durum. Çünkü Avrupa’nın coğrafi olarak tam ortası Krakov ve Katowice’nin bulunduğu bölge. Üstelik bu bölge kömür ve tuz madeni açısından çok zengin. Tarih öncesi dönemlerde de insanların yoğun olarak yerleştiği bir bölge burası. Krakow’u almak için hep savaşılmış. Kentin kuruluş efsanesi de bunu anlatıyor. İnsanlar bu bereketli topraklara Wawel tepesinde yuvalanan bir ejderha nedeniyle yerleşemiyormuş. Krak adlı bir halk kahramanı ejderhayı öldürünce toprakları ele geçirmişler. Burada kurdukları yerleşim bölgesine Krak’ınkiler anlamına gelen Krakow adı verilmiş. Krakow, 16’ıncı yüzyılın ortalarına kadar Lehistan’a başkentlik yapmış ve Krakov tarihi boyunca bir kültür merkezi olmuş. Orta Avrupa’nın en eski üniversitesi Jagiellonian Üniversitesi Krakov’da. Eski Kent’te çoğunlukla Rönesans döneminde yapılmış  gotik ve barok mimarinin önemli eserleri bulunuyor. Meryem Ana Bazilikası (Bazylika Mariacka) ve Wit Stwosz’un ünlü altarının bulunduğu Meryem Ana Kilisesi bu eserlerin başında geliyor. Dönemin zengin Krakov’unun azametini kanıtlamak için yapılmış büyük bir eser. Dünyada tek olması istenen kilisenin hikâyesi ilginç olduğu kadar hüzünlü de. Kral o dönemin en iyi mimarları olan iki kardeşi görevlendirmiş ve bir koşul öne sürmüş: Bir eşi daha olmasın. Kardeşler inşaata başlamışlar. Planları iki kuleliymiş. Kule inşaatına kadar her şey bildik tarzda ilerlemiş. Kardeşler kule için yeni bir fikir üretmeyi düşünüyormuş. En sonunda her ikisinin farklı bir kule tasarlamasına karar vermişler. Kral bu öneriyi kabul etmiş ve halkın daha fazla beğeneceği kuleyi yapan kardeşe fazladan bin altın vaat etmiş. Kardeşler kulelerinin etrafını kapatarak birbirlerinden etkilenmeden çalışmışlar. Açılış günü geldiğinde küçük kardeşin 81 metrelik, büyük kardeşin 69 metrelik kuleleri ortaya çıkmış. Halk istisnasız uzun olan kuleyi beğenmiş. Kuleyi yapan küçük kardeş bin altını kralın elinden almış. Ancak kardeşinin başarısını çekemeyen ağabey, akşam evde kardeşini bıçaklayarak öldürmüş. O bıçak bugün kilisenin karşısında meydanın ortasında bulunan Kapalı Çarşı’nın giriş kapısında asılı. Sonu bir faciayla bitse de, Meryem Ana Kilisesi’nin dünyada bir benzeri yok, çünkü geleneksel olarak kiliselerin kuleleri birbirinin eşi olursa da Meryem Ana Kilisesi’nin kulelerinden biri barok diğeri gotik üsluba sahip ve uzunlukları da farklı.   

TUZ, KÖMÜR VE AUSCHWITZ

Kralın ve Krakov burjuvazisinin neredeyse para saçarak inşa ettiği kent, zenginliğini üç özelliğine borçlu. İlki tuz madeni Wieliczka. Bugün ana galerilerin bulunduğu bölüm dünyanın tek tuz madeni kilisesi. Wieliczka yakınlarında tuz madenleri işletmeciliği devam ediyor. İlk açılan maden yeraltında yaklaşık 300 kilometre ilerlemiş. Bu uzunluğun sadece 30 kilometresini kapsayan müzenin içindeki heykellerin ikisi hariç tümü madende çalışan madenciler tarafından yapılmış. Ortaçağ’da tuzun ne büyük bir zenginlik olduğunu anlamak için, tanesi 750 kg gelen bir tuz silindirinin 14’üncü yüzyılda üç köy satın alabildiğini bilmek yeterli. Krakov’un diğer iki zenginliği ise ne yazık ki tarihi boyunca işgal edilme tehlikesine neden olmuş. II. Dünya Savaşı’ndaki zulmün simgesi Auschwitz  ve Birkenau kamplarının bu bölgeye kurulma nedeni de bu özellikler. Hans Frank kampların yakınında olmasını istemiş, diğer bir neden ise bölgenin Avrupa’nın dört bir yanına kurulan gettolara eşit uzaklıkta olması. Tabii bir de tren hatlarının bu bölgede birleşmesi. Önce Krakow’a 60 kilometre uzaklıktaki Oświęcim yakınlarına Auschwitz kurulmuş. Burası yetmeyince, üç kilometre ötesine Brzezinka’ya yani ünlü tren hattının sonuna Auschwitz II de denilen Birkenau kurulmuş. Toplama kamplarındaki esirler üzerinde yaptığı genetik deneylerle bilinen Josef Mengele, Birkenau’da çalışmış. Bugün Birkenau’dan geriye iki sıra baraka ve giriş bölümü kalmış. Naziler kampın gerisini kaçarken yakmışlar, sadece 2 bin volt verdikleri dikenli teller ve bacalar kalmış geriye. Auschwitz ise aceleyle terkedilmiş. Bu nedenle bu kamp Naziler’in Yahudileri, Lehleri, Çingeneleri, komünistleri, eşcinselleri ve tüm politik suçluları topladıkları kamplarda uyguladıkları vahşetin en önemli delili. Bu iki kamp yılda 14 milyon turistin geldiği Polonya’nın en çok ziyaret edilen bölgeleri. Auschwitz’den üzüntüye kapılmadan çıkmak mümkün değil. Bir de gördüklerinizin Ruslar gelmeden önceki son gün içinde yapılanlar olduğu, bu iki kampta savaş boyunca 6 milyonun üzerinde insanın katledildiğini düşündüğünüzde, Auschwitz’in ne Wieliczka’da St. Kinga adlı bir yeraltı kilisesi bulunuyor. Daracık tünellerde kilometrelerce yürüdükten sonra kaşınıza çıkan muazzam büyüklükteki bu kiliseyi gönüllü üç madenci tüm yaşamları boyunca çalışarak yapmış. Doğaüstü bir çalışmanın ürünü, tıpkı ülkelerini küllerinden ayağa kaldıran tüm Polonyalılar gibi. Tıpkı Auschwitz’de büyük bir şans eseri karşılaştığımız Kazimierz Smolen gibi. Rehberimiz yanımızdan elinde ağaç fidanlarıyla iki büklüm geçen yaşlı adamın, bu kampta 5 yıl tutuklu kaldığını söylediğinde ardından koştuk. Türkiye’den gelen gazeteciler olduğumuzu kendisiyle sohbet etmek istediğimizi söylediğimizde, “Artık unutmak istiyorum” diyerek yanımızdan yavaş ama kararlı adımlarla uzaklaştı. Sonradan Auschwitz Müzesi’nin yıllarca müdürlüğünü yaptığını öğrendik ve her gün müzeyi gezip, çiçek getirdiğini ve sabırla müzeyi beklediğini, aynı kararlılıkla, aynı boyun eğmezlikle... Tıpkı Polonya gibi...


Bugün 6 ziyaretçi (6 klik) kişi burdaydı!


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol