Ne oluyor!
Sepet
Gezi
=> Polonya
=> Paris
=> Amsterdam
=> El-Cem
=> Budapeşte
Teksas Tommiks
Sinema
Kitap
Galeri
Haberin olsun

Paris'i herkes sever

Dünyanın en eski metropollerinden biri Paris. Kozmopolit, kalabalık, modern, çekici, konforlu ve gösterişli... Hem yaşlı hem genç, hem huzurlu hem karışık... Paris’te Paris’i sevmek için birden çok neden bulmak hiç de zor değil.

                                                                          Yazı: Haluk Kalafat

Paris görmüş geçirmiş bir kent. Onda taşına toprağına sinmiş kadim bir kent olma hali var. Yılların yükünü zarafetle kaldırırken, yaşlılara özgü bir “olmuşluk”, “tamamlanmışlık” hissi uyandırıyor insanda. Çok şey görmüş geçirmiş, hepsinden ders almış ailenin yaşlısı gibi Paris. Hani neredeyse küçük bir çocuk olsanız dizinin dibine oturup masallar dinlemek isteyeceksiniz.

Aklınıza yaşamın ağır aksak ilerlediği bir kent gelmesin. Bu ilk izlenim bir süre sonra değişiyor yavaş yavaş. Çünkü öylesine canlı bir yaşam enerjisi var ki;  zaman nehri önünden akarken sürekli gençleşiyor. Hani teşbih yapmaya iznim olsa; Paris, Seine nehrinde keşfetmiş yaşam pınarını, diyeceğim. Güneş bulutların arasından sıyrılır sıyrılmaz  Seine kıyısı boyunca kendini onun sıcak kollarına bırakan Parislilerin huzurlu halleri, diğer tarafta buldukları her boşlukta ellerindeki toplarla, sopalarla jonglörlük yapan gençlerin yaşam enerjileri, Pont Neuf başta tüm köprülere koşup koklaşmaya başlayan aşıkların tutkulu sevgileri Paris’i anında gençleştiriveriyor gözlerinizin önünde. Ama biraz sonra bir köşe başında sıyrılıp gelen öfkeli öğrencilerin yaptığı gösterinin ortasında buluverdiğinizde kendinizi, tutkunun bin bir türünü barındırdığını ve göğsünü gererek yaşattığına da tanık oluyorsunuz. Gençlerin öfkesi ne kadar gerçekse, Sorbonne’u dış dünyaya kapatan paravanların başında nöbete durmuş polislerin utanç içinde gözünü sizden kaçırması da öyle... Ve polis barikatlarının fotoğraflarını çekerken yanımıza gelip yüksek perdeden “Prenez cette photo! C’est mon pauvre pays!” (Çekin fotoğrafını, işte ülkemin hali!) diye bağıran orta yaşlı Parislinin utancına eşlik eden öfkesi ise en gerçeği...

 

 


SARSILIR AMA BATMAZ

Bu sözlerde kızgınlık kadar kabullenmişlik de var sanki. Tıpkı Paris gibi. Boşuna onun için “fluctuat nec mergitur” yani “sarsılır ama batmaz,” denmiyor. Tarihin en büyük karmaşalarını yaşamış bir kent burası. Her seferinde daha güçlü ayağa kalkmış. Paris’in bugünkü şehir planındaki simetri, büyük karmaşalarından birinden sonra, 1830’da başlayıp 1848’de Monarşi’nin bir kez daha yıkılmasıyla doruğa ulaşan olayların sonrasında sağlanmış. III. Napoléon (Bonaparte’ın yeğeni), Baron Georges Haussmann’dan modern bir kent planı istemiş.
Napoléonların üçüncüsü, 1789’da ve 1848’de tüm Paris’i ele geçiren halkın ekmeğine yağ süren dar sokaklara ve labirentimsi yapıya son verecek bir kent istiyordu. Bugün Parislilerin Osman olarak çağırdıkları Haussmann, ondan isteneni layıkıyla yapmış ve
Paris’e bir bulvarın başına geçip devamına bakıldığında diğer ucu görünecek kadar kesin bir simetri kazandırmış. Örneğin Napoléon Bonaparte’nin yaptırdığı zafer takı Arc de Triomphe’nin iki sütununun arasından Champs-Élysées (Şanzelize) bulvarı boyunca güneydoğuya baktığınızda önce Concorde meydanı, ardında Des Tuileries bahçesi ve en sonunda Louvre’u görürsünüz; yüz seksen derece dönüp baktığınızda ise Paris’in Manhattan’ı olarak anılan La Défense’ı...
Fransızlar Haussmann’ın simetrik planını sürdürmüşler yıllar içinde. O kadar ki 1960’larda kurulmaya başlanan Le Défense bölgesinin en sonunda yer alan La Grande Arche, tam karşısındaki Zafer Takı’nın biçiminde çok benziyor. Daha kare bir yapı ve  ortası boş. O kadar büyük bir bina ki bu; arasındaki boşluğa Notre-dame kilisesi sığabiliyor. En üst katı sergi salonu olarak kullanılıyor; ama bina aslında bir iş merkezi. Buna karşın bir anıt olarak tasarlanmış. Fransız Devrimi’nin iki yüzüncü yılı anısına 1989 yılında açılmış.
Devrim’in iki yüzüncü yılı anısına yapılan anıttan, yüzüncü yılı anısına yapılan anıta yani Eiffel Kulesi’ne geçelim. Eiffel Kulesi’nin ayaklarının arasından kuzeybatıya doğru baktığınızda Trocadéro’yu görebilirsiniz. Eiffel’in en ünlü manzarasını veren Trocadéro’dan tam ters istikamette baktığınızda ise Eiffel’in ardında Champ De Mars bahçeleri ve ardında Ecole Militaire ve Napoléon’un mezarının bulunduğu Dôme Kilisesi görünür.

BİR GARİP GÖKDELEN

Paris’te kent planı ve yapılar birbirine uyumlu ve simetri içinde. Ancak Eiffel’in ayaklarının oluşturduğu kadraja köşeden giren Montparnasse Kulesi’nin acımasız modern görünümü bu kentte hiçbir şeye yakışmıyor izlenimi veriyor. Klasik, kübik bir gökdelen Paris’in ortasında fütursuzca yükseliyor. Paris’i biraz tanıyınca gökdelen mimarisinin ortodoks örneğinin bile Paris’in bir özelliğinin altını çizdiğini anlıyorsunuz.
Kentin Montparnasse mahallesi (Parisliler mahalleye arrondissement diyor), 1920’lerde Degas, Fauré, Zola, Manet, gibi önemli Fransız sanatçıların mekânıydı. Aynı yıllarda Picasso’nun da gelmesiyle Montparnasse, dünyanın birçok ülkesinden gelen sanatçıların akınına uğradı. Adı Paris’le anılan hemen tüm sanatçıların ve entelektüellerin uğrak yeri olan Montparnasse, en hızlı dönemini 1930’larda yaşamış. Nazi işgali sırasında entelektüel ortam dağıtılmış. Yine de yıllar içinde Matisse, Modigliani, Cocteau, Ezra Pound, Marcel Duchamp, Sartre, Simone de Beauvoir, Hemingway, Henry Miller, Salvador Dalí, Lenin, Troçki Montparnasse’deki kafelerde oturmuş, dönemlerinin sanat ve siyasi sorunlarını tartışmışlar. 60’ların sonunda başlayan mahalleyi  “iyileştirme” çalışmaları çerçevesinde 59 katlı Paris’in en yüksek binası inşa edilmiş. Tarihi kente modern yapı istemeyen Parislilerin şiddetli protestolarına rağmen bugün Montparnasse Kulesi olarak adlandırılan “garip” bina turist rehberlerine girecek kadar kabullenilmiş. Ve tabi hemen tüm sevilmeyen binalar için yapılan espri Montparnasse Kulesi için de yapılıyor: “Paris’in en güzel manzaralarından biri bu gökdelenin tepesinden görünür çünkü kendisi manzaraya girmez!” Fakat ne gam aynı espriyi iki yüz yıl önce de başka bir kule için yapıyorlarmış. Bugün kimsenin aklına gelmeyecek bir anı bu çünkü sözkonusu yapı, Eiffel Kulesi.

DEMİR YIĞININDAN KENTİ SİMGESİNE

Parislilerin modern binalara karşı olan alerjilerinin hikâyesi, Montparnasse Kulesi’ninkine koşut gelişmiş hep. Önce karşı çıkıyorlar, sonra kabulleniyorlar ve zamanla Paris’in simgeleri arasına sokuyorlar.
Eiffel’in tarihi de böyle. Yıl 1887. İki yıl sonra Dünya Fuarı Paris’te yapılacak. Fransa’nın demir çelik sanayisinde ulaştığı noktayı ve modernizmin kalesi olma hasletini tüm dünyaya ilan edecek bir binanın yapılmasına karar verilir. Dünya Fuarı’na çok zaman yoktur. Bu kadar kısa sürede bir anıt-bina dikme işini, Gustave Eiffel adlı bir girişimci mimar alır üzerine. Fuara yetiştirir kuleyi ama Parisliler “demir yığını” olarak gördükleri kuleyi sevmez. Önceleri fuar süresince orada kalacağını ve sonra söküleceğini sanılır. Ama kule orada kalıcıdır. Eiffel Kulesi zamanla göz zevklerine batmamaya, sonra da Paris’in en estetik yapısı olarak anılmaya başlar.
Parislilerin bu tavrı bu iki örnekle sınırlı değil. Duvarlara gömülü olması gereken tüm boruları dışarıda olan ve bu haliyle ters yüz edilmiş gibi görünen Pompidou Merkezi; Louvre Müzesi’nin avlusuna yapılan Cam Piramit; eski hal binasının yıkılmasından sonra yerine yapılan cam ve demir kullanılarak eski hale benzetilmeye çalışılan alışveriş merkezi Le Halles benzer süreçlerden geçmiş.
Paris geniş bulvarların ve kenti ama kentin tarihi merkezine yaklaşıldıkça görünüm biraz olsun değişiyor. Paris suya atılan taşın yarattığı halkalar gibi genişleyerek büyümüş, Taşı atan bir Kelt kabilesin, su niyetine seçilen yer Seine nehri; düştüğü yer nehrin ortasındaki adacık. Ile de la Cite adı verilen bu adacık kentin ilk merkezi. Bugün üzerinde ünlü Notre-Dame kilisesi bulunuyor. Hazır adaya gitmişken Gotik şaheser Saint-Chapelle ve Seine üzerindeki 34 köprü içinde en eskisi olan ama adının anlamı “yeni köprü” olan Pont-Neuf görmeden ayrılmayın. Bu köprü Paris’i romantik  kent yapan mekanlardan biri; aşıkların en sevdiği buluşma yeri.

AŞIKLAR KENTİ

Paris belki de hakkında en çok klişe uydurulmuş kentlerden biri. “Paris: Aşıklar kenti” bunlardan sadece biri. Paris’e “Modanın başkenti” denir, “Başkaldırının kenti” de, “Sanatçıların gerçek yurdu” denir “Burjuvazinin kalesi” de... Liste uzayıp gider.
Paris tüm bu klişeleri bir elbise gibi giyebilecek kadar çok yönlü bir kent. O yüzden ziyaretçileri kendilerini kolayca Parisli gibi hissetmeye başlayabilirler. O nedenle Pont-Neuf köprüsünde öpüşen çiftlerin çoğu turisttir. Kafeleri ünlüdür mesela Paris’in, Oturma düzeni belki hiçbir kente bu kadar sıkışık değildir, sandalyelerin hepsi yola dönük sıralanır. Kafeleri dolduran turistler, Paris kafe kültürüne son sürat uyum sağlayıp, aynı masada yan yana oturup Parisliler gibi yoldan geçenleri izlerken, yandaki masada oturanlarla omuz omuza olmaktan rahatsız olmazlar. Parisliler de yabancıya “Bu yabancı” diye bakmaz. Çünkü Paris dünyanın belki de ilk metropolüdür. Dünyanın her ülkesinden insanı Fransa topraklarında sadece Paris’te görebilirsiniz. Paris herkese kollarını açan “akil, yaşlı bir kadın” gibidir. Bu saygı duyulası hanıma hayali bir yüz yakıştırmam istense, Edith Piaf’ı seçerdim. Piaf da hayatı boyunca darda kalanlara karşılık beklemeden hep yardım etmişti. Paris’in sesini hayal etmeye gerek yok. Odeon Metro İstasyonu’nda şarkı söyleyen yaşlı şarkıcı kadının çatlak ve iç gıcıklayan sesi, Paris’in sesinin hiç değişmediğini kanıtladı zaten. Edith Piaf’ın Paris’e aşkını anlattığı “Sous le ciel de Paris”i yani “Paris semalarının altında”yı söylüyordu...
 

 

 

 


Bugün 10 ziyaretçi (10 klik) kişi burdaydı!


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol